Salı, Kasım 23, 2010

İçecek Ne Alırdım?



Vize zamanı geldi çattı. Ne zaman sınav vakti gelse içimde kalan, gerilere attığım ne varsa gelir oturur karşıma. Beraber nane limon çayı içeriz. Çünkü ben hiç sevmem o çayı.

Vize zamanı gelince hayatımın herhangi bir yerine koymadığım derslerim gelir aklıma. Ve kızarım bu umursamazlığıma. İşte o zaman mutlu geçinen A.nur, kostümlerinden arınıp özündeki giysileri giyer. Ne kadar püften bir hayatı olduğunu düşünür kızar kendine. Sonra aklında o tümce belirir " sendeki de dert mi, şükürsüz!" Sonra düşüncesine de kızar. O susar, "senden bir halt olmaz-vari cümleler" konuşur. Karşılıklı ıhlamur içerler. Ki ben onu da sevmem.

Zaman makinesine binip usta bir dedektifle beni üzecek şeyleri aramaya gideriz sonra. Geçmişten, şimdiden ve henüz bilmediğim gelecekten şeyler toplarız. O kadar yetenekliyizdir ki gelmeyen gelecekten bir torba matafla döneriz. Elimiz boş dönmek hiç olur mu? Sonra, oturur üstüne bir portakal nektarı içeriz. Sever miyim? Hiç sevmem.

Oysa bilir misin? Sevmek istemiştim nane limonu, ıhlamuru ve portakal nektarını. İnsanları sevmek istemiştim. Birini sevmek istemiştim. Hayatımı bu kadar buraya bağlamış olmamın ve açık sözlülüğümün utancını sevmek istemiştim. Felsefe kitaplarındaki "birey sevgiye açtır" ifadesini sevmek istemiştim. Pamuk ipliklerine bağlı umutlarımı da sevmek istemiştim. Ben hep böyle değilim, bilmelisin. Neşeliyim, umutluyum, vazgeçmek kelimesinden nefret eden ve umursamaz olamayan biriyim... Ama geldi ya şu vizeler, ben aralıksız bir şekilde dizi izliyorum ya... Acınası... Tek umursadığım duygularım, vizeler bekleyebilir. Duygularım çok ağır, onlar dizilerin ardına, dolaplara, çekmecelere gizlenebilir...

Birine değer vermeye korkuyorum artık. Yorgunum ve umutsuzluğun içine umursamazlığı eklemişim. Güzel hayallerim rafları süslüyor şu aralar. Vitrin artlarından iç çekiyorum. Sonra derin bir nefes alıp dizilerin başına oturuyorum. Sabah kahvaltı yapmadan okula gidiyorum. Aç karnına su içiyorum. Ki su güzeldir... Ama aç karnına... Sevdiğim şeyi bile doğru düzgün içemiyorum.


Etrafıma, dizilere, yaşamlara bakıp imrenmiyorum. Kabulleniş hali bu. Bir müddet hüküm sürecek gibi...

Belki bir gün sonra çıkar "hayat çok güzel" "umut ne güzel şey" "bir gün her şey güzel olacak" falan da derim. Yani belki değil kesin derim. Sonra sen dengesiz dersin, yalancı dersin. Sonra karşılıklı ıhlamur, nane limon ve portakal nektarı içeriz. Belki tutar seviveririm onları. Dengesizlik ya bu...

Ama ne var biliyor musun?

Sevmeyeceğim.

Ve bu hayattan aldığım buruk tat da hep yutkunduğum yerde asılı kalacak.

Güzel şeyler içince gitti sansam da...

Geçmeyecek.

Cuma, Kasım 19, 2010

serzeniş

Her bayram bana ısrarla mesaj atan güzel insan.
ilkinde kim olduğunu sordum, bana trip attın söylemedin eyvallah..
ikinci soruşumda yine aşkolsun diyip adını söyledin, bu sefer tanımıyorum diye trip attın..
sana ısrarla mesaj atmak istediğin kişinin ben olmadığımı söyledim yine beni nasıl tanımazsın dedin..
sorun şu güzel kardeşim, bayramda seyranda mesaj atmandan rahatsız değilim ama ben seni TA-NI-MI-YO-RUM..
ben sandığın kişiye kırılma diye bir kaç bayram cevap bile attım daha ne yapayım!


p.s: bu seferlik bayram mesajlarınıza geri dönemedim, mazur görün..

Çarşamba, Kasım 17, 2010

açtırdın bayramlık ağzımı

eskiden, çok çok eskiden bizim ailenin bayram aktiviteleri değişmez iken...

ramazan bayramlarını istanbul'da geçirirdik. sabahın köründe kalkılır, hiç bişey yemeden önce ağza bi şeker atılıp "oruç şekerle açılır", ardından bayramlıklar giyilip saçlar taranıp süslenilip püslenilip aile içi bayramlaşılır ve amcamlara gidilirdi kahvaltıya. koskoca bi yer sofrasına sıkış tıkış oturarak büyük bi aile kahvaltısı yapılırdı. biz küçüktük o zamanlar, bulaşık yıkama kabiliyetimiz yoktu ve kahvaltıdan sonra mutfak yerine çocuk odasına sıvışır, kuzenler topluluğuyla oyun moyun oynardık; babam, annem, amcam ve yengem çocuksuz gidilmesi gereken bayram ziyaretlerini yaparken. bi süre sonra sıkılır ve gelmelerini dört gözle beklemeye başlardık.

evimize geçtiğimizde bissürü misafirimiz gelirdi, ve onlara sadece hazır baklava ikram ederdik. annem tatlı yapmayı bilmediği gibi, börek yapmayı da bilmezdi. olsun, baklava da iyiydi. akşama doğru sülale büyüklerinden başlayarak bayramcı gezer, 2. günün sonunda ya da 3. gün de amcamları ağırlardık. cümbür cemaat gelirlerdi, kocaman aile tablomuz bi de bizim evde poz verirdi.

kurban bayramlarında ise kütahya'daki halama giderdik, kocaman bi bahçesi olan küçük bi evde kalırdık. arefe gününü bahçedeki koyunlara -çok yaklaşmadan- bakmakla, pisliklerini zeytin çekirdeğine benzetmekle, yoğurtlu mantı yiyip yatmakla geçirirdik. orada bayram çok güzel geçerdi. sabah hava eğer çok soğuksa pencereden, yok eğer ılıksa da bahçeye çıkarak kurbanın kesilişini izler, alnımıza kurban kanı sürdürür; kahvaltıda kavurma, haşhaşlı lokum, top şeklinde tereyağı, ev yapımı çokokrem yerdik. bayramlaşma faslı kahvaltıdan önce miydi sonra mıydı hatırlamıyorum. ama halam bize hep mendil, çorap verirdi onu çok iyi hatırlıyorum.

halamın tam 5 tane kızı vardı. en küçüğü benden 6 yaş büyüktü ve bizle en çok o ilgilenirdi. çok severdik biz de onu, dibinden ayrılmazdık. arkadaşlarını bizle tanıştıracağı zamanlar heyecandan ölürdüm. arkamdan bişey söyliycekler mi acaba diye nasıl merak ederdim. sanki hepsi birer popstardı, ama en çok halamın kızı tabi ki. kıpkıvırcık saçları vardı. bi keresinde benim saçımı tepeden toplamıştı, sanırım daha önce hiç tepeden toplamamıştım saçımı ve daha uzun gözükmesine sebep olduğu için ona teşekkür etmiştim.

gelelim mi bugüne peki? mesela bu yılki 2 bayrama?

ramazan bayramımız çok güzeldi, o kadar güzeldi ki sorma. nerdeyse bütün akrabalar köydeydi. biz gitmedik. gidemedik. çünkü yıllarca amcamlarla birlikte kaldığımız köy evimiz artık bizim değil. çünkü babam ve amcam birbiriyle konuşmuyor. insan kardeşiyle hiç konuşmaz mı? konuşmaz işte. evi bile paylaştılar. sebep de ne olsa beğenirdin? o küçük çocuklar. iki kardeş, birbiriyle bacak kadar çocukları büyüdükten sonra onlar yüzünden küsebilirmiş. bugün de hayattan bunu öğrendik, hadi bakalım. kaldık mı istanbul'da gene? kaldık. sıkıldık. kalabalıksız bayram mı olurmuş? oldu işte.

kurban bayramı, yani bugün. nankörlük yok, kötü değildi. ama kütahya'daki kadar iyi de değildi. hatta inanmazsın, babam ve kütahya'daki halam bile konuşmuyor artık birbiriyle. sebep? anlatmaya değmez, öyle boktan.

yazdıkça bunaldım, boğuldum. hayat çok acımasız diye höykürsem olmaz mıydı, uzatmadan? olurdu ama anlar mıydın o zaman? anlatmak lazımdı.

çok sıkılıyorum ben artık bayramlarda. amcamlarsız bayram olmazmış sanki, öyle hissediyorum. belki köyde yeni bir evimiz olacak ve köye de gideceğiz gene ama amcamlarsız köy evinin tadı mı olur ki? onun kızı benim ikizim bi kere. karısı 2. annem gibi bişey. çocukları ablam, abim. hiç olmadı ki şimdi böyle.. 2 sene öncesine kadar babam bizi amcamlara bırakırdı bayramlarda, kendi gelmese de bizim gitmemizi isterdi. amcamın çocukları da aynı yöntemi kullanmaya başladılar sonra. çok kötü bişeydi o. bilir misin? bilmezsin umarım. babamın abisine, babamsız gitmek ne kötü bişeydi. insanın amcasının, düğününe gelmeyecek olması mesela, ne kötü bişey olacak. bi yerde karşılaştığında, babanın abisinin sana "annen baban nasıl" yerine "annenler nasıl" demesi. bu inan çok kötü bişey. hiç olmadı böyle gerçekten. bunu kabul etmedik, tekrar bekleriz. gelmez misiniz? gelmezsiniz tabi ki. bekleyende kabahat! zaten çocuklarınız bizim yöntemi bıraktı bırakalı, kötülüğe iyiliği benimsemiş ailemiz bile döndü. biz de size gelmiyoruz 2 senedir. farketmediniz mi? etmez olur musunuz..

çok üzülüyoruz biz artık bayramlarda. ikizim ve ben. ve abim, ve ablam. belki amcamın diğer çocukları. ndan bazıları, evet bazıları. çok mu kişiselleştirdik? öyle oldu. burası benim babamın blogu değildi!

velhasıl-ı kelam, hayat çok acımasızlaştı ve bayramlar artık bayramlığını bilmiyor. sevindireceğine, üzüyor. gene de kutlu olsun, mutlu olsun.

diyerek huzurlarınızdan ayrılır, bu yazının utancını yaşayan bi dost...

Perşembe, Kasım 04, 2010

Söyleyeceklerim vardı da, onun için rahatsız ettim-2

Seslenmeye devam ediyoruz. Bu kez belli kişilere değil aklıma gelen herkese sesleneceğim.


* "Öğretmenlik bayan mesleği" deyip genç kızlarımızın beynini yıkayan ablalar-abiler!
Durun ya! Haftanın 6 günü sabahın 9'unda evden çıkıp akşam en erken 8'de eve varmayı kaldırmıyor benim bünyem. Ben sizi dinleyip öğretmenliğe bulaşmadım tabi ama siz bir susun, bırakın gençler ne istiyorlarsa seçsinler. Atansalar hafta sonları tatil yapacaklar, en geç 5'te çıkacaklar, yazın 3 ay tatilleri olacak belki dediğiniz gibi (ki uzaktan gözüktüğü gibi değil kesinlikle) ama ya atanamazlarsa? 


* Sevgili öğrenci velileri!
Dershaneye para verdiğiniz için orayı ve orada bulunan herkesi satın aldığınızı düşünmeyin. Dünya sizin çocuğunuzun çevresinde de dönmüyor zaten. 24 saatimizi tek çocuğa ayıramayız.


* Sevgili işverenler!
Öğretmenlik mezunu olduğuma bakmayın, dil ve edebiyat bölümünde gösterilen bütün dersleri de aldım ben, valla. Acıyın bana be :(


* Öğrenci milleti!
Öğretmenleri bıraksanız 24 saat ders anlatacak tipler sanmayın. Ben gayet sakin ve son derece sıkıcı hayatlara sahip insanlar olduklarını sanırdım mesela, okul dışında hiçbir şekilde sosyal hayatları olmadığına inanırdım küçükken ama öyle değilmiş. Öğrencilik yıllarında edinemediği sosyal çevreyi öğrenciler arasında oluşturmaya çalışan insanlar görüyorum ama onlar istisna. Öğretmeniniz dersten çıkıp bir metal grubunun konserine gidiyor olabilir, mümkün böyle şeyler.


* Toplu taşıma aracında dinlediği müziği herkese duyuran tipler!
Ya ben normalde de Serdar Ortaç, Demet Akalın ve türevlerine tahammül edemiyorum, özellikle sabah sabah hiç çekilmiyorlar. Sen seviyorsan dinle, sana karışan yok ama ya sesini kıs ya da adam gibi kulaklık al yahu! 


* Msnde sadece kendileriyle konuşmamızı, bütün gün kendileriyle mesajlaşmamızı, kendileri dışında hiç çevremiz olmamasını isteyen tuhaf arkadaşlar!
Senin başka arkadaşın yok diye benim de mi olmasın? Ayrıca gün boyu mecburen seni görüyorsam neden akşamımı da seninle saçma sapan konulardan bahsederek harcayayım?


* Kendilerini olduklarından farklı göstermeye çalışıp bu yolla ilgi çekeceğini sanan tipler!
Biz sizi tanıyoruz be canım, benim senin hakkında her şeyi bildiğimin farkında olmana rağmen yanımda kendini başkalarına olduğundan çok çok farklı anlatmak seni sadece salak durumuna düşürmüyor mu sence de?


* Sevgili ÖSYM!
Bir dahaki sınavda mentollü olips verme, karnımız acıktı yiyince.


* Sevgili polisler ve güvenlik görevlileri!
Sınav sabahı ayakkabıların içi, kulak içi gibi yerleri aradınız ya bir şey saklayıp saklamadığımızı görmek için, gerçekten size saygı duydum. Benim asla midem kaldırmazdı öyle bir arama yapmayı.


* Ön lisans ve lise mezunlarının girdiği KPSS sanıp eğitim bilimleri sınavına gelen kız!
Yavrum sen otur evinde e mi annem? Sınav yerleriniz bile belli olmamışken ne düşünüp yollara düştün bilmiyorum ama boş ver sen memur olup ne yapacaksın. Milleti de sıkıntıya sokarsın falan. Gerek yok. Yeni bir kariyer planlaması yapalım sana gel.


* Sevgili şema ahalisi!
Yazın uleynn!

Cumartesi, Ekim 09, 2010

Söyleyeceklerim vardı da, onun için rahatsız ettim

Seslenmek istediğim 3 kişi var. Sırayla hepsine söylemek istediklerimi iletip içimi dökmek istiyorum.


Toplu taşıma araçlarından herhangi birinde tam karşımda oturan adam;


Yol uzun olunca sürekli sağa ya da sola bakmak çok yorucu oluyor. Durmadan kafayı çevirmekse tuhaf görünüyor. Arada normal bir şekilde önüme bakma ihtiyacı duyuyorum. Önüme bakınca sana bakmış gibi oluyorum. Sen de sanıyorsun ki seni kesiyorum...


Yok canım öyle bir şey. Ben senin bildiğin kızlardan değilim, hıh! 


Kalabalık mekanlarda (kafe, alışveriş merkezleri vb. ) televizyonun ya da haber özetleri ve hava durumunun geçip durduğu ekranların önüne, yanına, altına oturan o adam;


Canım bak şimdi, topluluk dikkatle sana bakmıyor. Hepimiz ekrana kilitlenebiliyoruz zaman zaman. İlgimizi çeken bir şey görüyoruz, olamaz mı yani? "Herkes bana bakıyor, süperim" diye düşünüp kasılmaya başlama hemen. Kimse senin orada olduğunun farkında bile değil aslında. (Tamam belki bakanlardan biri ekrana değil sana takılmıştır, bilemem.) Johnny Depp değilsen öyle bir ortamda gözlerimi dikip sana bakmam ben, neden bakayım di mi? Bakacak olsam da çaktırmam en azından.


Son kişimiz bu sabah başıma gelen bir olay üzerine seçildi. Reklam panolarının ya da otobüs duraklarındaki reklamların önünde dikilen adam;


Bak yavrum sana diyorum, hişşt sen sabahki!


Hem reklam panosunun önünü kapatmışsın, cnbc-e ile alakalı olduğunu sandığım o reklamı göremiyorum. Hem de çapkın bakışlar atıp manyak manyak gülüyorsun. Otobüste olmasam seni bozardım ama neyse. Çekil çocuğum ordan, çekil! 


Son bir seslenişim daha olsun. Yüzüne bakıldığında "acaba yediğim yemek dudağımın kenarına mı bulaşmış" diyen, karşıdan gelen biri gülümsediğinde "acaba pantolon giymeyi mi unuttum" diye düşünen, biri dikkatli dikkatli baktığında "kime bakıyor bu adam/kadın" diye dönüp arkasına bakan o insan, merhaba!


Sen kendine güvenmiyorsun diye eleştiriliyorsun ama olsun, aslında güzel bir insansın sen. Hem kendine güvenin de fazlası zarar değil mi?


(Neden sadece adamlara seslendiğimi merak eden olursa diye not: Kızlar onları süzdüğümü, dahası onlardan hoşlandığımı düşünmüyor ki. Onlarla sıkıntım yok. Erkek olsam belki.)

Salı, Ekim 05, 2010

İngiliz Klasikleri Havasında Kostümlü Drama - II

Nihayet bu serinin ikincisini yazma isteğini kendimde bulup bilgisayar başında yerimi aldım. Artık pek de fazla kalmayan bu güzelim seyirliklerin bir kısmına daha burada değinmeye çalışacağım. Hele son günlerde sabahın altılarına kadar böyle diziler izlemekten kendimi alamazken... Yazının birincisini merak edenler tam şuradan ulaşabilir. Ve başlıyoruz...

* Becoming Jane: Kostümlü drama filmlerine romanlarıyla önayak olmuş sevgili Jane Austen'ın hayatından bir kesit sunan bu film, belki de tüm o Jane Austen filmlerinden önce izlenmelidir. Tom Lefroy'la yaşadıkları güzelim aşkın sonucu olan kitaplara daha farklı bakmamızı sağlar belki bu... Austen'ın mutlu sonlarının kaynağını bulmamızı sağlar. Açıkçası Anne Hathaway ve James McAvoy'un bir filme bu kadar yakışabileceğini düşünemezdim ben. Özellikle Hathaway'den haz etmeyişim göz önüne alınacak olursa... Filmi izledikten sonra Austen'la aranızda güzel bir bağ oluşabilir -eğer benim gibiyseniz birazcık- ve Lefroy karakteri "aşık olunacak erkek" olarak zirveye oturabilir. Bilmiyorum, bu filmi çok sevdim ben. Çok...





* Miss Austen Regrets: İtiraf etmeliyim ki ilk başta çok beğendim bu filmi. Ama filmin ortalarına, hatta sonlarına doğru kafamdaki "Jane Austen" ı yıkmaya çalıştığı için çok kızdım. Becoming Jane'deki o aşık olunacak aşkı "hiç" olarak gördüğü için hele... Austen'ın hayatı boyunca yaptığı seçimlerden pişmanlık duyup duymadığını tarttığı, kırklı yaşlarından ölümüne kadar olan süreci anlatan bu filmin artıları olabilir. Hatta bazen "iyi ki izlemişim denilecek filmler" içine alır gibi olunabilir. Ama yine de hayransanız Jane Austen'a, kendinize o döneme dair bir dünya kurmuşsanız bu filmi ekleyerek o dünyayı zedeleyebilirsiniz. Belki, ölmeden evvel izlerseniz farklı bir etki yaratabilir ama şimdilik tılsımları karartmaktan başka bir şey olmaz.




* Amazing Grace: Austen uyarlamaları gibi bir şeyin beklenmemesi gereken ama yine de o dönemi anlatan güzel bir film. İngiltere’de köleliğin yasaklanması için büyük mücadele veren William Wilberforce'un hikayesini konu alan bu film hakkında çok fazla şey hatırlıyorum desem yalan olur. Dönemin hukuk anlayışını eleştiren bir yapısı vardı, içine çok az romantizm sızmıştı ama yine de izlenir bir filmdi. Biyografiler iyidir diyenler için...



* North and South: Elizabeth Gaskell'in kitabından uyarlanan bu mini dizi İngiltere'nin sakin ve huzurlu güney kasabası Helstone'dan bir sanayi şehri olan kuzeydeki Milton'a taşınmak zorunda kalan,bu iki farklı yer ve temsil ettikleri değerler arasında uyum sorunu yaşayan Margaret Hale'in yaşadıklarını konu alır. Burada pamuk işletimiyle uğraşan Bay Thornton'un işçilere kötü davranışı, sınıf ayrılıkları bolca yer doldurur. Bununla birlikte buna tepki veren Margaret ile bunu savunan Bay Thornton arasında bir çekişme de kaçınılmaz olacaktır. Çok güzeldir. Seçilen karakterler yerindedir, her şey tam olması gerektiği gibidir. İzlenilmelidir...




* Emma (mini dizi): Jane Austen'ın aynı adı taşıyan romanının uyarlaması Emma, benim için ayrı bir önem taşır. Zira okuduğum ilk Austen kitabıdır o. Bu seride var olan Emma uyarlamalarının ikisine de değineceğim. Bunlardan ilki olan 2009 yapımı mini diziyi izleyeli çok olmadı aslında. (Dün gece oturup sabah ışınlarıyla başından kalktığım düşünülürse...) Ama şunu söylemeliyim ki, en güzel mini dizilerde bu dizi benim ilk üçümdedir. Filminden daha iyidir. Emma izlenmemişse hiç, ilk bununla başlanmalıdır. Hem görsel olarak tatmin edici olan bu mini dizide karakter -oyuncu eşleşmesi de çok yerinde olup, filmin içsel boyutu da şahanedir.



*Emma (film): Normalde bir kitabın, biyografinin birden çok uyarlaması varken,bunlardan yalnız bir tanesini koymayı düşünmüştüm. Bundan evvel yazdığım yazıda "bu tercih edilmeli" dediğim film mevcuttu mesela. Ama iki, yahut daha fazla uyarlama da iyiyse kendi içinde ve bu tür filmlerin azlığından şikayetçiyseniz benim gibi her ikisini de izlemek isteyeceksinizdir. İşte Emma'nın 1996 yapımı bu filmi de gayet iyidir. Mini dizi ile kıyasına gelirsek, onu yazının en sonunda görebilirsiniz sanıyorum :)




* An Ideal Husband: Oscar Wilde'nin kadın, erkek, evlilik konularına kafa yorduğu oyunundan uyarlama bir film. Açıkçası ben izlerken her türlü duyguyu tattım. Özellikle "eğlenceli" boyutu öne çıkan filmlerdendi. İyiydi, harikulade değildi ama iyiydi...



Son olarak sıralamayı yapalım yine. Açık söylemek gerekirse birinci seçmek çok zor benim için. İlk üçün hepsi benim gözümde ayrı yerlerde birincidir zira. Ama yine de madem yapacağız sıralama dedik, şöyle olsun dedim ben de:

7) An Ideal Husband

6) Amazing Grace

5) Miss Austen Regrets

4) Emma (film)

3) North and South

2) Emma (mini dizi)

1) Becoming Jane

İlk üçü böyle yapmış olmaktan vicdan azabı duyup şöyle yapalım:

1) Emma (mini dizi) - Becoming Jane - North and South

(Evet böylesi daha iyi)

Bir sonraki seride görüşmek üzere, mutlu kalın!

Çarşamba, Eylül 29, 2010

Rüya Tadında


Hayatım boyunca duygusal biri olacağım, biliyorum. Bunu hiçbir şey değiştirmeyecek. Belki kimseye aşık olmayacağım ama yine aynı filmde ağlayacak, aynı kitabı elimden bırakamayacağım. En sevdiğim filmler dram - romantik tadında olacak. Fark etmeden kendi hayal dünyamda mükemmel aşkın imgelerini barındıracağım. Bu yüzden günümüz aşklarına burun kıvırıp hayali aşkın içine gömüleceğim. Ve fark etmeden tüm bunları bilinçaltıma iteleyeceğim.

Bilinçaltı. Korkutuyor bazen beni bu söz. Yani rüyalarım. Uyanmak istemediğim rüyalarım. Hayal gibi olmayan, içimin kıpırtısını duyabildiğim rüyalarım.

Bundan evvel bir kez kendimi rüyamda aşık olarak görmüştüm. Kimseyi sevmediğim zamanlarda bir kez yani... Tanımadığım, yüzünü de görmediğim biriydi bu. O sabah uyanıp uyanıp yeniden uyumaya zorlamıştım kendimi. Yüzümde salak bir gülümseme vardı en son uyanışımda, bilmem söylememe gerek var mı?

Bugün yeniden gördüm öyle bir rüya. Bu kez çok yakından tanıdığım birine aşık olmuşum. Bu bahsi geçen kişinin de bana duyguları vardı geçen yıl ama sonra kavgalı bir şekilde yollarımızı ayırmıştık. Neyse... Nedense normal hayatta bana çok itici görünen o aşk, rüyada öyle farklıydı ki... Bende bir heyecan, bir tutku, şekerparelik... Ayaklarımın havalanışını şu an bile anımsıyorum.

Ne garip... Aşk ne de güzel aslında. Saf bir şekilde hissedilen o duygu yoğunluğu. Kim olursa, kime olursa olsun. Ne de şahane...

Ben normalde böyle yazılar yazmayı sevmiyorum, yani açıkça dile getirilen mevzuları...

Ama bu, bu içimde kalamadı.

İşte öyle!

Pazartesi, Eylül 27, 2010

Okuduğunu anlayabiliyor musun abla?

Matematik öğretmeniyseniz "Hacı fonksiyon çözebiliyon mu sen" diye gelen olmaz yanınıza. Ya da geometriden anlayıp anlamadığınız merak konusu olmaz. Ne bileyim denklem çözerken zorlanıp zorlanmadığınızı merak etmezler. Üniversiteyi yata yata bitirseniz dahi çok zorlanmışsınız gibi kandırabilirsiniz insanları.


Kimya öğretmenine periyodik cetvel sorulmaz, biyoloji öğretmeninin hücredeki organelleri bilip bilmediği merak edilmez, Türkçe öğretmeni "cümlenin öğelerini rahat bulabiliyor musun" sorusuyla karşılaşmaz hiç. Nedense en abuk sorular biz yabancı dil öğretmenlerini bulur. (gözlemlerimden yola çıkarak yorum yapıyorum, ben bilmem ne öğretmeniyim, konuyla ilgili çok saçma sorularla karşılaşıyorum derseniz sizi de dinlerim, gözlemlerime yenilerini katmış olurum.)


Kabul ediyorum, hiç yabancı dil öğrenmemiş biri için bir insanın başka bir dilde konuşabiliyor olması tuhaftır. Ben küçükken bütün dünya insanları cümleleri Türkçe olarak düşünür sonra kendi dillerine çevirip söyler sanırdım. Ama lise hazırlıkta gördüm ki başka bir dilde düşünebilmek mümkünmüş. Ya da ne bileyim, kimisi uğraşır uğraşır beceremez başka dil öğrenmeyi, onların şaşırmalarını anlıyorum. 


Ama hâlâ gelip bana "Sen şimdi İngilizce konuşabiliyor musun? Fransızca film izlediğinde konuşulanları anlayabiliyor musun? Başka dilde bir şey okuduğunda anlıyor musun okuduklarını" vb. soruları sormayın yalvarırım. "Yaa onlar da benim için iş mi" demiyorum, ben de iki yabancı dil konuşarak doğmadım. Birini tam anlamıyla 14, diğeriniyse 18 yaşından sonra öğrendim. Üstelik sizlerin dil öğrenmede yaşadığınız zorlukların hepsini derslerimde gördüm. Biliyorum. Ama bunca sene okumuşsam ve bu işin eğitimi üzerine çalışıyorsam okuduklarımı tabi ki anlayabiliyorumdur di mi?


Başta verdiğim örnekler var ya, işte tam olarak onlar kadar saçma bir dil öğretmenine gidip "okuduklarını anlayabiliyor musun" diye sormanız. 


Bıktım insanlara derdimi anlatmaya çalışmaktan :(


Bunlar zekilikle ya da aptallıkla ilgili şeyler de değil. Bilmem kaç senelik öğretmenim diye konuşup duran bir adamın "zekiler matematik öğretmeni olur fazla zeki olmayanlar sosyal bilgiler öğretmeni" şeklindeki genellemesini duyduğumda kafa atmak istediğim doğrudur. (ifadeyi yumuşattığım da doğrudur. ayrıca bahsettiğim adam hayatımda gördüğüm en büyük gerizekalıdır! kendisi çalıştığım yerin eski müdürü olur)


"Ben öğretmenim" diyen birinin çoklu zeka kuramından haberdar olmaması ne acıklı di mi? Formasyonda çok gereksiz şeyler de veriliyor olsa da bazıları gerçekten faydalı. Mesela öğrencilerin hangi tür zekaya sahip olduğunu bilmeniz ona yardımcı olmanızı kolaylaştırıyor.


Çoklu zeka testlerini IQ testi sanıyordu bir de. Uff Allahım, nerede böyle tipler varsa beni bulmasınlar ne olur :(


Çoklu zeka kuramı şudur: http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87oklu_zek%C3%A2_kuram%C4%B1


Benim Sözel-dilsel zekam baskın olduğundan diğerlerine göre daha kolay dil öğrenirim. Daha kolay konuşurum, daha kolay yazarım. Bir başkasının matematiksel zekası baskındır, o da onu daha kolay yapar falan filan. Normal insanlara kızmıyorum bak. Beni çileden çıkartan "ben eğitimciyim" diyen bir takım insancıkların bunları algılayamaması. 


"Biraz Fransızca konuşsana"dan sonra beni en çok kızdıran cümleler bunlardır. Arz ederim. 

Cumartesi, Eylül 25, 2010

kitap öyle okunmaz, böyle okunur.

kitap okuma alışkanlığını küçük yaşta edinemediğinden dolayı büyüyünce zorlanan insanları temsilen ben, en rahat ve en rahatsız nasıl kitap okunur nasıl oturulur nasıl durulur edilir onları yazmaya karar verdim. ben yandım eller yanmasın.

1. efendi oturuşu: böyle bildiğiniz normal oturuştur bu. koltuk, kanepe, sandalye her ne ise altınızdaki, ona oturur, ayaklarınızı yere değdirir arkanıza yaslanırsınız. kitabı da elinize alıp, dirsek içlerinde 60 derecelik açı yaparak tutarsınız. yorucudur, rahatsızdır, tavsiye edilmez.

2. yastıklı efendi oturuşu: oturuş aynıdır, kucağınıza bi yastık alır kitabı onun üzerine koyarak tutarsınız. fena değildir, kollarınız ağrımaz en azından ama daha iyileri varken gereksizdir.

3. yayılmaca: koltuğun köşesine geçer, kabaetinizi tam arkaya değil de oturma minderinin ortalarına yerleştirirsiniz. dizlerinizi kırıp, ayaklarınızı koltuğa alırsınız. dizler yana falan yatmaz ama havadalar. kitabı dizlerinize yaslayarak tutarsınız. rahattır, iyidir ama biraz uykuya meyilli iseniz uykunuzu getirir.

4. yatış: bu bildiğimiz yatış. kafan yastıkta, nerdeyse yere paralel. ayaklar uzun, kanepedeysen yaslanmalığın tepesinde. kitap havada.. yorucu ya, hem uyku getiriyor hem kollar kas yapıyor. ıı-ıhh. yapmayın bunu.

5. yarı yatış: yastığı biraz kaldırıp yatağın başına veya kanepenin kolluğuna dayandırıyorsunuz. kafa yere paralel olmaktan kurtuluyor, ~50 derecelik bi açı oluşturuyor. ayaklar kanepenin tepesine çıkamaz tabi bu durumda. ya uzun, veya da kendinize doğru çekip dizleri kırabilirsiniz. eller yan göbeğe değer vaziyette kitabı tutar. fena değildir bu da. okunur.

6. masa-sandalye: açıklamaya gerek yok değil mi? sandalye çekip masanın etrafına oturmaktan bahsediyorum. ben asla böyle okuyamam kitap, okuyan varsa haber salsın.

7. isimsiz: ya buna bi isim bile koyamıyorum, hiçbir isim bu rahatlığı tarife yetmez bana göre. yıllardır arayıp da bulamadığım evladım gibiymiş bu poziyşın sanki. sanki bunu keşfedemediğimden okumuyormuşum yıllardır.. dur bak tarif edeyim sen de anla, hak ver. şimdi 2'li bi koltuk var, onu sağ kolluğu duvara değecek şekilde yerleştiriyorsun. sonra sağ kolluğun üzerine bir yastık koyuyorsun. duvar yumuşak bir hal alıyor yani. geçiyorsun koltuğa, başını yastığa verip ayaklarını uzatıyorsun. avantajları: hem kafan boşlukta olmuyor. hem dik duruyorsun sırtın ağrımıyor. hem bunda rahatlığa rağmen uyku yapmıyor. hem ayakların uzun olduğundan dizlerin ağrımıyor. hem kollar ağrımıyor. hem....

bu faydalı paylaşım için kendime teşekkür ediyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. deneyin bak sonra bozuşuruz!

Cuma, Eylül 17, 2010

40. yazıyla kırk.

40 önemli bir sayıdır. tarihte de yeri büyüktür.

40. müslüman Hz. Ömer'dir.

mhp'nin 40. yıl hesapları dillere destandır.

pislenmiş mutfak kapları toprakla kırklanır. yoksa yenmez-içilmez onlardan.

bebeklerin kırkı çıkınca bi takım organizasyonlar falan yapılır.

önemli insanların düğünleri 40 gün 40 gece sürer.

haramiler 40 kişidir.

kalabalıklar için de "yarısı 40 kişi" denir.

zekat miktarı malın 1/40'ıdır.

bir fincan kahvenin hatır süresi 40 yıldır.

bir şeyin nadir yapılması için 40 yılda bir olması gerekir.

ve bir dostluğun sağlamlığını ispatı için de 40 yıllık olması.

Hz. Muhammed (s.a.v.) 40 yaşında peygamber olmuştur.

40 hadis ezberlemek güzeldir.

teneşir de 40'ından sonra azanı paklar.

hamilelik ortalama 40 haftadır.

40 katır veya 40 satırdır.

ve sebeb-i yazımıza gelelim.

bugün de shema ahalisi 40. izleycisine kavuşmuştur.

hoşgeldin der, ayrılmamasını dileriz.

Perşembe, Eylül 16, 2010

Alelade Günler Sandığı




On üç yahut on dört yaşımdayken bir okul dönüşü ansızın yağmur çiselemeye başlamıştı. Bilmem bahsettim mi... O yağmurlu günde kafamda türlü şeyler dolaşırken olsun be, deyivermiştim, olsun, şimdi bunu düşünmeyeceğim.


Mutlu bir şekilde yağmurda ıslanıp, geleceği hayal etmiştim.

Ve kendime düşün demiştim, düşün, bu günü yıllar sonra da düşün.
Hiçbir özelliği yok, yağmur var, sen varsın ama bugün de "hatırlanası" oluversin senin için.

Bugün senin özel bir günün olsun.

Ve unutmadım hiç.

Ne zaman yağmurda yürüsem o günü hatırlıyorum, ne zaman kendi halime kalsam ve hayal etsem bir şeyleri, bakıyorum: yine o gün!

Keşke daha fazla günü mimleseymişim de hafızamı boş şeylerle doldurmasaymışım. Rutin ama sevimlilere yer açsaymışım diyorum bugün yeniden.

Sen... Evet evet sen. Sen de yapsana öyle şeyler...

Alelade bir günü mimleyip hatırlasana yıllar sonra.

Yeniden "o" olsana...

Çarşamba, Eylül 08, 2010

Bayram neymiş, ne değilmiş





* Bayram ziyaret zamanıdır. "Artık insanlar eskisi gibi birbirini ziyarete gitmiyor" diyenlerdenseniz bu bayram bizim eve bekleriz sizi. Sabah 10.00, gece 12.00 demezler gelirler. 3 günü bizim evde geçirip nereden tanıdığımızı bile bilmediğimiz akrabaların geldiğini gördükten sonra o cümleden vazgeçeceğinizi garanti edebilirim.




* Bayram kaç yaşında olursanız olun şeker-çikolata zamanıdır! Bizim evde, hatta şu an şu yazıyı yazmakta olduğum masanın yan tarafında daimi bir abur cubur stoğumuz vardır. Çikolata, şeker, bisküvi, kek, cips vs. Bitmeden yenileri gelir oraya eklenir. "Ayy canım çikolata istedi ama bu saatte nereden bulacağım" dememe gerek kalmaz, yeri bellidir. Evet biz obur insanlardan oluşmuş bir aileyiz! Durum böyle olsa bile fark etmez, bayram çikolatasının yeri hep ayrıdır :)




* "Nerede o eski bayramlar" geyiğini tekrar tekrar duyacağınız zamandır bayramlar. Yaşlıların söylemesine anlam verebiliyorum ama 12 yaşındaki kuzeniniz facebookta duvarına yazacak, ne bileyim 13 yaşındaki komşu kızı msn iletisi yapacak bu cümleyi. Yadırgamayın. Yine de insan sormak istiyor tabi: "Ah be evladım, hangi eski bayramlar? 6 yaşındayken bayramı bilgisayarda oyun oynayarak geçiriyordun şimdi msnden ve facebooktan kankalarınla sohbet, fotoğraf beğenme, yorum yazma halindesin sürekli. Özlediğin eski bayramlar bilgisayar oyunu oynadığın günler mi? Öyleyse aç, oyna."




* Bayramlar geçmişteki alışkanlıklarınızla bugünküleri karşılaştırıp kendi kendinizi sorguladığınız dönemler olabilir. Bayramlık mevzusuna takılıyorum mesela ben zaman zaman. Eskiden heyecanlanılırdı bayramlık almaya giderken. O giysi bayram içindi ve bayramdan önce asla giyilmezdi. Şimdi kendime giysi alırken bayram aklıma dahi gelmiyor. "İşe giderken giyerim", "Arkadaşlarla dışarı çıkarken giyerim", "Özel günlerde giyerim" gibi kriterler üzerinden belirliyorum alınacakları. Bayram dışındaki zamanlarda sürekli erken kalkıp çalışmak zorundaysanız bayram bir tür "dinlenme" halini alabiliyor sizin için. Bunu da okulu bitirince öğrendim... Eski bayramlar ve yeni bayramlar karşılaştırmasından ziyade eski Selin ve yeni Selin karşılaştırmasına gidiyorum ben.




* Bir de bayram mesajları var. İtiraf etmek gerekirse şu upuzun mesajlar var ya, işte ben onların yarısından sonrasını okumuyorum. Halbuki bana "Bayramın mübarek olsun", "İyi bayramlar", "Bayramın kutlu olsun" vb. bir şey yazsan inan daha çok mutlu olacağım. Forward mailler gibi o mesajlar. Biri birine gönderiyor, o başkasına gönderiyor, 5 kişiye göndermeyince başımıza iş geliyor mu bilmiyorum ama zincir hep bana geldiğinde kırılıyor. Haberiniz olsun.




* Bayram bu yazıyı okuyanların çoğu için akraba akraba gezmekse de bu satırların yazarı için evde oturup misafir beklemek. Şu insanların ailece gezdiği ya da küçüklerin büyüklere gittiği sistem bizde işlemiyor maalesef.




* Bayram arkadaşlarla gezme zamanı değil. Her yer öyle kalabalık ki insanın çıkası gelmiyor.




* Yaşlı ve çocukların oynatıldığı şu reklamları izleyip hüzünlenme zamanı bayramlar. İtiraf edin etkileniyorsunuzdur az da olsa.




* Bayram fazla tatlı yiyip mideyi bozma zamanı tabi ki!




* Yanınızda olmayanları düşünüp hüzünlenme kısmından bahsetmek istemiyorum.


Eklenecek daha onlarca şey vardır tabi ama bu kadarı şimdilik yeter.


İyi bayramlar herkese şimdiden. Sevdiklerinizle birlikte keyifli bir bayram geçirirsiniz umarım :)

Çarşamba, Eylül 01, 2010

neler ögrendik

Ablam olan selin ile küçük yaşlarda başladı korku filmi sevgimiz.. orta okuldayken arkadaş grubumuzla kimsenin izlemeye cesaret edemediği korku filmlerini alır, birbirimize sarılarak yer yer birbirimizi korkutarak izlerdik..

Halen en sevdiğim türdür korku filmleri.. özellikle kötü yapılmışsa ve klişeyse bayılırım (tahmin etmesi zevkli oluyor).. komedi filmlerinden daha fazla eğlenirim bazılarının ödünü koparan filmleri izlerken.. haliyle onlardan bir sürü şey öğrendim.. burada da listelemek istedim müsadenizle..

- 5-6 genç bir araya gelip tatil/gezi planları yapıyorsa gidecekleri yer mutlaka abuk subuk bir yer olmalıdır.. mümkünse sapa ve ıssız olmalıdır ki katil/hayalet bunları rahatça doğrayabilsin..

- esas kız küveti doldurmuşsa mutlaka yukarıdan kafasına bastıracak biri ya da göreceği bir silüet vardır.. hele bir de gözlerini kapadıysan, gittin kızım.. kurtuluşun yok.. (bu yüzden yıllarca küvet görmeye bile dayanamamış olabilirim, hala daha küvette uzanamıyor olabilirim, bu bahsi kapatalım kuzum :P)

- cesur ve girişken bir tipsen katilin en son hedefisindir, yok abuk subuk espriler yapan biraz yılışık bir gençsen ilk giden sensin, üzgünüm..

- eğer uzak doğuluysan işler senin için daha da vahim bazen bir müzik aleti, bazen ise bir fotoğraf makinesi başına iş açabilir, kolla kendini..

-bir yerde hayalet olup olmadığını anlamak istiyorsan fotoğraf çek, denedim %100 çalışıyor..

- ilk-orta okul yıllarında otistik, asosyal ya da hastalıklı görünen tiplere bulaşma, muhtemelen küçük yaşta ebediyete intikal edip kendisine bulaşanlara hayatı zindan edeceklerdir.. iyi davranırsan ödülünü de alacaksın, korkma..

-sevgiline ya da sevgili adayına mutlaka geçmişte ölen sevgilisi olmuş mu diye sor, varsa kaç o adamdan, kız sana musallat olur..

-zehir kullanarak, boğarak, tabancayla ya da ne bileyim döverek öldüren katiller çok az bulunur, mutlaka ya elektrikli testereyle doğraması, ya da çin işkenceleri yapması gerekir.. temiz bir cinayet olmaz, olabilemez..

-Kabus görüyorsan uyandığında rahatladığını sanma, öyle kolay kolay bitmez bu işler, bir hayalet köşe başındadır, olmadı seni bekleyen bir tıkırtı vardır..

- aslında başına gelebilecek çoğu şeyden kurtulabilmek için yapabileceğin basit bir şey vardır.. merak etmemek.. duyduğun tıkırtıyı ya da beklemene rağmen gelmeyen bir arkadaşı merak etmeyip olay yerinden kaçarsan yırttın demektir.. önce can sonra canan değil mi?

- mutlaka izleyiciyi aydınlatmak için olay yerinde o duruma vakıf olan biri bulunur.. tercihen başına benzer bir şey gelmiş ya da büyüklerinden duymuş olması muhtemeldir..

- Mabadı yere yakın olanı bilmem ama söz konusu korku filmiyse sessiz sakin durandan korkacaksın.. genelde çaktırmamak için mümkün olduğunca az şey söylerler.. sonra vay efendim beni öldürdü bilemedim, vay hiç aklıma gelmemişti deme..

- karanlık ve sapa bir yolda gördüğün tuhaf tipli yabancılara acıyıp arabana alma, acınacak duruma düşersin..

- bir kazadan yırttım diye sevinme, ölmen gerekiyorsa ondan daha vahim bir şekilde küt diye gidersin.. burda ne yazıyorsa o anacım (işaret parmağıyla alın gösterilir)

- evladın bir hayalet gördüğünü ya da hayaletle konuştuğunu söylüyorsa bir bildiği vardır, biraz güvenmeyi öğren şu çocuğa ya!

Benden bu kadar varsa sizden de alalım, öğrenelim, öğretelim :)

Pazar, Ağustos 29, 2010

Gerçek ?


Sosyal medya geçmişim, önce forumlar ile başlamıştı. Zamanın çok ünlü bir forumunun son dönemlerine yetişmiştim. Gayet basit ve o zamanlar çok sevdiğim bir filmin adı olan nicki seçmiştim kendime. Her ne kadar şu anda farklı bir nick ile yoluma devam etsem de forum aleminden tanıdığım insanların çoğu beni eski nickimle bilir.

Forumlar sonrası, çok kısa bir dönem şu anda yerinde yeller esen bir sözlük girişimim olmuştu. pippi haşmet ile de blog yazarlığından önce tanışmamız oradan gelir.

En son olarak da FF'e dadandım. Uzun süredir de buradayım. Anlatmak istediğim şey, sosyal medyada ve benzeri yerlerde, aldığımız nicklerin, oluşturduğumuz kişiliklerin kendimizi yansıtmasını bekler çoğu insan. Fakat buna karşı çıkarım genelde. Çünkü burası bir "hayal dünyası". Ben size kendimden ne kadarını anlatırsam ve beni ne kadar tanımanızı istersem, o kadarını bilirsiniz. Belki tamamen farklı bir kişilik uydurup kendimle alakasız şeyler yazmış olabilirim. Belki gerçekten kendimi anlatmış olabilirim. Bunu bilemezsiniz.

Konu nereden geldi derseniz, google'da film afişlerine bakarken "The Truman Show"un afişini gördüm. Her ne kadar show dünyasını baz alarak çekilmiş olsa da, günlük hayatta insan ilişkileri için de geçerli olan "gerçek aslında yeterince gerçek değildir" mottosunun iyice kavranılması lazım.

Ne demiş atalarımız, "her sakallıyı dedeniz sanmayın !"

Perşembe, Ağustos 26, 2010

ticaret ehli çocuğu olmak [üç nokta]

hep asker çocukları, doğuda görev yapan öğretmen çocukları, polis çocukları vb. yazar böyle yazılar değil mi? "asker çocuğu olmak ..." , "polis çocuğu olmak nokta nokta nokta" bilmem ne bilmem ne bilmem ne.. sanki bizim babamız yan gelip yatma yerinde! sanki biz hop tereyağlı ballı ekmek yiyip çok sorunsuz yaşıyoruz, sanki öyle sanki böyle!

bi defa ticaret çok zor çok stresli çok gıcık bişeydir. babalar eve hep sinirli gelir. eve sinirli gelen babalar, sinirini masum çocuklarından çıkarır farkında olmadan. ne kötü di mi, acıyın bize di mi?

mesela eğer bi hata yapıp babanızla bi gün işe gitmişseniz, çıkmaya yakın arayan müşteri babanızın sinirlerini zıpır zıpır hoplatır, babanız faturayı size yazdırır, bi hata yapmamış olsanız da o an birilerine bağırma ihtiyacı hissettiği için kelimeler arasında bıraktığınız boşluğun yetersiz olduğunu iddia ederek ellerinizin titremesine sebep olacak kadar bağırabilir. gereksiz yere.

ya da, evde en ufak bir hatanızda "zaten işyerinde şunlar bunlar onlar" diye başlayan, sanki işlerinin sorumlusunun siz olduğunu hissettiren cümleleri sıralayıp durur. "ama ben? ama.. ya ama ben..." dersiniz içinizden, sonra yutarsınız.

ya da, işte böyle şeyler.

sözü nözü: hayat kimseye kolay değil azizim. bazı şeyleri de abartmamak lazım. sonra nolur? babasının mesleğinden zaman zaman zorlansa da o kadar da büyütmeyen bi kız gelir, sırf asker çocuğu olanların büyüte büyüteee, kocaman kocaman bahsedip durmalarına sinir olduğundan böyle gıcık bi yazı yazar. iyi mi olur? iyi mi oldu?...

Salı, Ağustos 24, 2010

Ahali çocukken






Yakın zamanda dolaşan çocukluğumuzdan bahsettiğimiz o mim vardı ya, o mimden aklımda kalanlar üzerine yazacağım bugün. (Hâlâ yazmayanlar var aramızda ama onun çocukluğuna bizzat şahit olduğum için onunla ilgili kısmı ben tamamlayabilirim diye düşündüm.)


Bizim kuşaktan herkesi böylesine etkilemeyi nasıl başarmış Bendeniz? Okuduğum bütün çocukluk yazılarının bir parçası olduğundan ben kendi yazıma dahil etmemiştim ama Bendeniz benim çocukluğumda da yer etmiş bir isim. Hatırladığım tek bir şarkısı var. 10 yaşında bir çocuğun dinleyip hüzünlenmesinin tuhaf kaçtığı bir şarkı:


"Önce heyecandan, sonra yaşlılıktan
Titriyor, titriyor, titriyor ellerim
Ne olur kızma, genç değilim ki sevgilim."


10 yaşındasın sen be, ne diyorsun!!


Bir de Seden Gürel ve Yonca Evcimik hayranlığı çok yaygındı özellikle kızlar arasında. Abone dansı falan. Sanırım son şarkılarından sonra unutmaya çalışıyoruz Yonca Evcimik dinlediğimiz dönemleri.


Hâlâ çözmeyi başaramadığım "Aliler Aliler çingene Aliler" oyunu. Kim bu Ali? Hadi oyunu anladım da o şarkı nedir ya? (a.nur aklıma getirdi bu oyunu.)


Bir de benim en sevdiğim vardı: "Kabakçıbaşı". İki gruba ayılır ve satın alınmayı bekleyen kabaklar olurduk. 2 kişi de kabak satıcısı olurdu.


Birinci sorar:
"Kabakçıbaşı kabakçıbaşı kabakların pişti mi?"
Konuşma devam eder:
-Pişti pişti
-Neyle geleyim?
-Davul, zurna, tek ayak.


Tek ayak üzerinde sekerek, eliyle davul-zurna çalıyor gibi yaparak (sırayla) ve "düttürü düt düt dan dan dan" diyerek karşıya geçilir. Konuşan iki kişi dışındaki herkes kabaktır oyunda. Kafalarına vurmak suretiyle en iyi pişmiş kabak seçilir ve karşı takıma alınır.


Oyunu düşününce çocukluk gerçekten korkunç bir şey gibi geliyor :)


Cananla ben gibi yaşları birbirine yakın çocuklarsanız kaderinizdir aynı giysiler. Aynı giyinince de otomatik olarak "ikiz sanılma" durumu başlar. Shining ikizleri gibi dolaştık senelerce, sırf birbirimizi kıskanmayalım diye.




Melankolikdeli ağaçlara dadanıp meyve çaldığını itiraf etmiş. Bi dost ve a.nur o konuya girmemiş olsalar da hadi ama hangi çocuk gizlice meyve koparmamıştır ki! :) Canan ve ben o yönden şanslı çocuklardık. Mahallemizdeki müstakil evlerin bahçe kapıları vardı, her kapı bir yandaki bahçeye açıldığı için o bahçe senin bu bahçe benim gezebilirdik. Meyve koparmak da serbestti. Hatta o dönemki en yakın arkadaşımızın dev bir bahçesi ve bahçede envai çeşit ağaçları vardı. Biz koparıp yemezsek babası toplar zorla yedirirdi. Hatta o da yetmezmiş gibi eve giderken de bir poşete doldurup evdekilere gönderirdi. 


Gizli gizli meyve koparıp yiyemediğimiz için daha farklı bir eğlence bulmuştuk biz de: Yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini duvarın arkasına saklanıp yoldan geçenlere atmak. Kış mevsiminde meyve çekirdeğimiz olmadığı için bu kez şişelerle su dökerdik geçenlerin üzerine. Az küfür yemedik o dönem :)


Melankolikdeli büyüğümüz Amiga500'e falan yetişmiş ama biz yetişemedik sanırım. Tetris oynadık, atari oynadık ama Amiga'mız olmadı hiç :(


Koro kıyafetleri de geçmişimizin ortak noktalarından. Her milli bayramda ayrı bir şey hazırlar ayrı giysiler edinirdik. Ama benim koro geçmişimin en bomba bölümü ilkokul birinci sınıftaki korodur. Süslü tuvaletler ve gelinlikler giyip 23 Nisan şarkıları söylemenin psikolojim üzerinde bıraktığı izler büyük! :)


Facebooklarımız, türlü türlü oyunlarımız, onlarca çizgi film kanalımız yokmuş belki ama eğlenceli bir çocukluktu bizimki de be! Yine de dönmek istemem tabi :)

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

oyun


Bilgisayar başında uzun saatler geçirdiğimi fark eden arkadaşlarım sürekli aynı şeyi merak ettiler.. “ne yapıyorsun” oyun oynuyorum efendim.. oynuyor(d)um ya da.. orda tanıdığım kadar güzel insanları başka bir yerde bulabilir miydim bilmiyorum, o insanlar olmasa saçma bir oyuna bu kadar tahammül edebilir miydim onu da bilmiyorum.. özel sırlarını açabilecek kadar güven veren, gülmekten karın ağrıtacak kadar eğlenceli, baba kadar fedakar, iyi niyetli bir avuç insan..
Bugün veda ettim onlara, öyle gerekti sanırım.. bir şeylerin hayatımda belli misyonları olduğunu düşünürüm.. bu kimi zaman bir insan olur, kimi zaman bir oyun.. hayatımdaki misyonlarını tamamlar ve giderler.. yerini başka bir şey alır.. birinin daha sonuna geldik sanırım..
Siber alemden bir süre uzak kalabilirim belki, zira ne yapacağımı bilemiyorum.. sigara müdavimlerinin çekirdek yemesi gibi ben de fringe izlemeye başladım ardarda.. şimdilik iyi gidiyor, el titreme ve oyun diye sayıklama kısmına ne zaman geleceğiz bilmiyorum..
Sahi siz insanlar ne yapıyorsunuz pc başında :)

Cuma, Ağustos 20, 2010

Bak Yine Umutlanasım Geldi


Geldi. N'apayım? Geri git, seni istemiyorum mu diyeyim? Zamanında sana çok kucak açtım ama beni hep yüzüstü bıraktın mı diyeyim? Şimdi ekilirsin ekilirsin sonra açmadan çeker gidersin mi diyeyim? Yok, olmaz. Hem çalmış bir kere kapıyı, pek de güzel pek de şirin, içeri almadan olmaz ki!

Gel dedim. Gir içeri. İstediğin yere geç. Her yer müsait. Saat ve yer müsait. Bu şahıs müsait. Sen gel, istediğin yere otur. Açsan iki lokma bir şey ye...

Geldi. Yine umutlanasım geldi! Böyle çiçek böceğe sevinesim, dünyayı sevesim, hoplayıp zıplayasım geldi. Beklemiştim ya hani bir mutlu günü ve olmamıştı ya hiç, bak, ona bile seviniyorum şimdi. Çok bekledim, üzüldüm belki ama... Bak! Beklenmeyen bir anda geldi, ne güzel de geldi, ne de güzel oldu diyeceğim diye umutlandım şimdi.

Umutlu olmak bile güzel. Böyle ardı arkası kesilmeyen düşler kurmak... Ardını, arkasını, bugünü, yarınını düşünmemek güzel. Yalnız umutlanacaksın! Uzanıvereceksin öylece... Düşünmeyeceksin, yalnız umut olacak. İnanacaksın da! Bileceksin bir gün olacak!

Er yahut geç! Düşün bir kere, kırmızı ile yeşil kıyafette ne kadar uyumsuz görünür göze. Oysa karpuzda öyle mi ya! Çiçekte öyle mi? Ne bileyim, az evvel yerken bunu düşündüm. İşte umut böyle de bir şey... Karpuzun renk uyumuna bakıp sevinmek...

Oturup umut tanımı yapmayacağım tabi. Ama bak, yine umutlanasım geldi! Böyle kuş tüyleri takıp uçasım geldi! Sanki tüm bu sıkıntılar, zamanın tek tonluğunun yarattığı karmaşa ve içine çekilen yalnızlık, ittirildiğin hayat gailesi geçecek gibi... Sonunda gelecek olan büyük mutluluk için hazırlıkmış meğer tüm bunlar! Meğer her şey, sen sonra çok sevinesin diyeymiş! Meğer umut bir rüyaymış ve uyanınca her şey gerçek olacakmış...

Olamaz mı? Olabilir...
Dedim de bak yine, yeniden umutlandım.

Perşembe, Ağustos 19, 2010

kendinden 3. tekil şahıs gibi bahsetmek eşittir egoistlik

çok insan gördüm, üstünde elbisesi yok. çok elbise gördüm, içinde insan yok (vitrin mankeni var). ve gene çok insan gördüm, egoları tavanlarda, hem de sokağın tavanlarında gezen..

örnek vermek gerekirse, ki bence gerekir çünkü örneksiz anlatabilmek büyük kabiliyet işidir.. "bido bunu yapamaz!"... bak gördün mü? örnek verdim çaktırmadan:) işte bundan bahsediyorum tam da.

insan kendini bilmez mi sevgili arkadaşım? geçici veya geçmeyici hafıza kaybı mı yaşıyoruz ki biz, kendimizden bahsederken "ben böyleyim." yerine "o böyledir!!" diyoruz? deli miyiz neyiz?

bir zaman önce kızın biriyle tartışmıştım buralarda. garip bir konuydu biraz, niyetim tartışmak değil, yanlış yapmasına mani olmaya çalışmaktı aslında. (vallahi yaw :P) ama karşımda yüksek derecede kendini önemseyen biri olduğunu aklımdan çıkarmıştım. sadece o an değil, onunla arkadaşlık yaptığım birkaç ay boyunca yapmıştım bunu hem de. her neyse, kız birine bir iftira atıyordu gözümün önünde. ben de yapma, yanlış dedikçe alakasız yerlerden tutup konuyu çekiştirdikçe çekiştiriyordu. sonunda baktı, ben hala yanlışına yanlış diyorum (ki bu bazı durumlarda ciddi hatadır), çileden çıktı onu pohpohlamamam karşısında ve bana bol ünlem kullanarak "EVET BEN MÜKEMMELİM, EVET **** MELEKTİR TAMAM MIIAA?" diye çemkirdi, kestik. hmm. anladık, **** melekmiş. de yani hani.. off ne diyeyim ki?

---

mübarek günleri yaşıyoruz malumunuz vechile. onlar için edeceğimiz dualar inanıyorum ki faydalı olacaktır. o halde edelim.

kestik!

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

aptal kutusu




Dün akşam misafirliğe gittiğimizde mecburî şekilde maruz kaldığım "Survivor" işkencesi sonrası bir kez daha farkına vardım ve onayladım ki, çok ekstrem durumlar haricinde, televizyon denen alet tamamen bir "aptal kutusu"na dönüşmüş durumda. İşin kötüsü bunun bilincinde olduğum halde, ortama ayak uydurup, gaza gelmiş bir şekilde olaya ben de dahil oldum.

Adını sanını bilmediğim 4 tane adam, ev ahalisinden öğrendiğim kadarıyla bu erkeklere (ve hatta daha önce yarışmada olan tüm erkeklere) kafa tutan 1 kadın. Birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışıyorlar. Bu arada tamamen iç güdüsel olarak tüm entrika içerikli ve alengirli cümleleri kurup birbirlerinin aklını çelmeye çalışıyorlar. Biz de oturup seyrediyoruz ve hatta üstüne yorum yapıyoruz !

Olayı Acun Ilıcalı'nın "show business"taki başarısına bağlamayacağım ama arkadaş, cidden "televizyon" uyuşturucu halini almış. Kendi ailenizde, kendi çevrenizde duyduğunuzda ağzınız açıkta kalıp hayretle karşılayacağınız olayları, televizyonda görünce çok "olağan" karşılıyorsunuz. Sanki hergün bu tür çarpıklıklar olabilirmiş gibi...

Seda Sayan, 7 Kocalı Hürmüz'e kafa tutarken, onun kokulu öpücüklerini yanaklarınıza kondurabiliyorsunuz ama komşunuzun kocası onu aldatırsa "kepaze herif" oluyor.

Eğlenirken zehirleniyoruz, haberimiz yok !

(var mısın yok musun başlamış, aman kaçırmayayım...)

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

Slm! Asl?




Şu başlıktaki saçma sapan kısaltmalarla başlayan chat yıllarımızı saymazsak (ki nesini sayalım) internette ilk defa insanlarla tanışmam 2004 yılına denk gelir. O zamandan bugüne kadar internet üzerinden tanışılmış sonrasında internet dışında çok şey paylaşılmış epey insan olmuştur, o yüzden "internetten tanıştığın herkes sapıktır, manyaktır, uzak durulmalıdır" mantığı bana hep saçma gelmiştir.


Diğer taraftan internetten tanışılmış herkese potansiyel kız/erkek arkadaş gözüyle bakanlardan kaçmak gerekebilir. Tabi karşınızdaki her zaman sizin baktığınız gibi bakmayabiliyor olaya ve size de çaktırmıyor, sevimsiz durumlar oluyor sonra.


Seneler evvel internet üzerinden tanıştığım ve çok da iyi anlaştığımızı düşündüğüm bir arkadaşımla buluşmaya karar verdik. Daha doğrusu ben kendisini o kadar çok ekmiştim ki en sonunda utandığım için "eh tamam" demek zorunda kalmıştım, zaten arkadaşları da olacaktı, sakat bir durum olmazdı yani. Gittiğim ortamda hayatımda ilk kez gördüğüm o adamın sevgilisi olarak karşılanacağımı nereden bilebilirdim ki? İşin tuhaf tarafı o güne kadar kanka moduyla yaklaşan adam bir anda "Ben senden çok hoşlanıyorum" demeye başlamıştı. Ben de günün sonunda arkama bakmadan kaçtım tabi. Hayatımın en sıkıntılı günleri arasında o gün ilk 10'a rahat girer.


Okumakta olduğunuz satırların yazarı birkaç defa benzer durumla karşılaştığından, ismini vermek istemediğimiz bir başka blog yazarımız da sorduğumda aynı durumdan şikayet ettiğinden hemen genellememizi yapıyoruz. "Herkesin başına geliyor böyle şeyler anacım!" Sonra da ekliyoruz: "Bütün genellemeler gibi bu da yanlış."


Her zaman sıkıntılı olmaz tabi, msnden konuşurken çok eğlendiğiniz bir insan yüzyüze geldiğinizde sizi hiç şaşırtmayabilir. Sürekli gülmekten konuşamadığımızı bilirim mesela. (ben eğlenceli biri değilim.)


Fakat yine zavallı ben ilk kez görüştüğüm bir grup insanla okey oynarken bitmiş olmama rağmen sırf konuşmasınlar diye taş çevirdiğimi bilirim. Ortamdaki sevimsiz bir armuta (bütün armutlardan özür dileyerek) "Süper okey oynarım, beni kimse yenemez" diye saçmalaması için fırsat vermiş oldum, o ayrı mevzu.


İnsanların kendini olduğundan çok çok farklı tanıtmış olması riski olsa da birileriyle tanışıp onları sonradan tanımaktansa birilerini tanıyıp sonradan yüzyüze gelmek bir yandan da çok cazip geliyor bana. 


Hatta gün geliyor bir de bakıyorsunuz ki zamanında sadece başka bir monitör karşısında sizin yazdıklarınızı okuyan o insanlar en yakın arkadaşlarınız oluvermiş. Normal hayatta sosyal olamayıp internette sosyalleşmek değil bu. O insanlar zaten normal hayatımda görüştüğüm arkadaşlarım artık. İnternet sadece haberleşmemiz için bir araç. Ayrıca en yakın arkadaşını okul sıralarında ya da mahalle aralarında bulmaz ki herkes. Ya da hayatının aşkını... Birileri için o insanlar başka bir monitörün karşısında beklemektedir. 


Kendimizi tanımamıza da yardımcı olurlar zaman zaman. Bir de bakarsınız ismini vermek istemediğimiz bir blog yazarı arkadaşımız gibi içinizdeki Romeo'yu keşfedersiniz o insanlar sayesinde. (Kim olduğu çok belli oldu di mi?)


Diyeceğim şudur ki internet sayesinde şahane dostluklar edinebilirsiniz. (Bakın biz yaptık, oldu.) Yine de dikkat edin e mi? Dünya hali bu, belli olmaz.

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

shema için ne dediler ?


a.nur


Yoğun, bir o kadar da yorgun günlerden biriydi işte... Can sıkıntısından oraya buraya üye olunan zamanların birinde üye olmuştum ff'e. Ama ne var ki, gel zaman git zaman onun da tadı kaçmıştı, olmamıştı. Sonra birgün -her zamanki günler gibi birgün sanıyordum- Selin beni bir gruba davet etti. Adı da "shema ahalisi" diye bir şey. Shema nedir yahu dedim. Okurken "şema" deriz ama bu ne biçim bir ahali ismidir? Anlamadım ama dedim, selin bir şeye davet ediyorsa vardır bir bildiği, kabul ettim grup teklifini. Girer girmez de "ben nereye düştüm yahuuu!" deyiverdim. Zira, o sıkıcı ff'in içinde bir eğlence bir coşkunluk! Kendimi ufo gören masum köylü gibi değil de çölde su bulmuş masumane çoban gibi hissettim... Neyse işte öyle mutlu oluvermiştim ben orayla ilk tanıştığımda. Sonra da hiç bozulmadı bu mutluluk, bazen gecenin bir yarısı kahkaha atmama sebep olmuş da olabilir. Moralim dibe vurmuşken beni mutlu etmiş olabilir. Ayna muhabbetlerimiz zaman zaman baymış da olabilir, soğuk espriler dondurulmuş da olabilir ama mutluyuz ki biz! Evlendiremediğimiz delisiyle, akıllandıramadığımız seliniyle, akıllı mı deli mi bilemediğimiz cananıyla, bi do nerde bi do nerde dediğimiz bidosuyla, yeni nişanladığımız lalesiyle, arada bir de olsa uğrayan dilarasıyla, nadirin en nadirinde uğrayan depiğiyle... Mutluyuz ki! Seviyorum ki bu insanları, onları görünce sevgi pıtırıcığına dönüşüp pollyannalarla dolaşıyorum ki... İşte biz böyle bir ahaliyiz ki!
bi dost


Mantıklı olmak gerekirse, Shema benim için bir okul. Bir lütf-u ilahi. Bir kaderdaşlar toplaşkası. Ve bir kitlesel delilik hareketi! Bir okul, çünkü: Sadece oturup muhabbet ederek saatlerce sıkılmadan çılgınlarr gibi eğlenmeyi.. Vıcık vıcık vıcmadan samimi olabilmeyi.. Hayata pasifik bakabilmeyi öğretiyor cümle aleme! Bir lütf-u ilahi, çünkü, daha önce shema benzeri birkaç grup oluşturma girişiminde bulunmuş biri olarak ben; bunca birbirine benzeyen, sorunsuz çalışan, şahsi oynamayıp takım ruhu taşıyan anlayışlı insanın bir araya gelmesini, aylardır da dağılmamasını direkt ilahi bir makama bağlıyorum. İnanılır şey değil! Bir kaderdaşlar toplaşkası, çünkü: 21-27 yaş arası gençleri barındıran ahalimizin (4'ü umutsuz vaka olmak üzere) tamamı bekar! Bir kitlesel delilik hareketi, çünkü: İşte bu kısım anlatılmaz, yaşanır. Bizi izlemeye devam ettikçe anlayacaksınız.
Canan (MiScHiEF!)


canınız sıkkındır, yapacak bir şey bulamazsınız kendinizi ff'e atarsınız.. orda birbirinden içten 7 insan karşılar sizi, an gelir derdinizi anlatırsınız, an gelir dedikodu yaparsınız, an gelir eğlencenin ve kötü esprinin dibine vurursunuz.. en abuk subuk fotoğraflarınızı paylaşacak kadar güvenirsiniz, kendinize inanamayacağınız kadar yakın hissedersiniz.. işte böyle bir oluşumdur şema, işte böyle bir oluşumuz biz.. iyi ki varlar dediğim 7 güzel insan + ben.. öyle işte.. (bu sefer güldürmedi)
"!N"saN BünyeS!


Shema ahalisi, ahali sınırları içerisinde leb demeden çorumun bütün illerini,köylerini,köy muhtarının kızlarının isimlerini sayabilen insanların bulunduğu bir topluluktur... Paintte yapılan bir sanat eseriyle başlar shema ve günümüze kadar devam eder ve de iyiki de eder saygıdeğer bünyeler... Canınız sıkılıp kendinizi bir o yana bir bu yana fırlatmak istediğinizde genel itibariyle zaten yaparsınız bu işlemi işte tam bu dakikada shema hey bro ben burdayım der hiç affetmez... Shemanın sembolü "nıyk çanta (nayk diyenlerin gözlerinden öperim)" olup ki bu bünyenin çantasıdır (bunun hikayesi de anlatılır bir ara) (bu arada o çantam nerde lan benim!) neyse tezahüratı ise "güvenlik" şeklindeki Türkçemizdeki nadide sözcüktür... Shemayı severiz efenim.. Seveni de severiz.. İçindekileri de severiz, hatta onlara guduuu der sevgi gösteririz hatta yeri gelir asılırız efenim...
melankolikdeli


Bir kere burada “beyin bedava”. Kimse bize “Durun siz evlenemezsiniz, kardeşsiniz !” demedi ama ben kendilerini kardeşim gibi sevdim cidden. Ha şimdi yaşımla dalga geçecekler her zamanki gibi ama olsun. “Hoyt !” derim susarlar, severler beni abileri olarak. Nice insan tanıdım şu siber alemde ama çok azını onlar gibi tanıdım ve sevdim. Şimdi olayı “Küçük Emrah”a bağlamak istemiyorum ama hüzünlendim bak. Ağlatmayın lan beni ! Öpüyorum yavrularım sizi çok çok... Kokulu kokulu... (içime Seda Sayan kaçtı)

sLn

Bir gün nasıl başladığını hatırlamadığım bir sohbet üzerine bir grup insan bir araya gelmiş. Birbirleriyle olan bağlantılarını göstermek için çizdikleri bir şemaları varmış. Demişler ki "Eh madem iyi anlaşıyoruz e hadi bir grup oluşturup orada devam edelim sohbetimize." İsimlerini de şemalarından almışlar ve "Şema ahalisi"ni oluşturmuşlar. Neymiş bu Şema? Şema, geyik muhabbetinin dibine vurup gülmekten öldükleri bir yermiş. Şema, can sıkıntılarını paylaşıp birbirlerine yardımcı oldukları bir yermiş. Eh tabi ara sıra dedikodu yaptıkları bir yer de olmuş Şema (: İlk defa bir araya geldiklerinde dahi birbirlerini uzun zamandır tanıyormuş gibi hisseden insanlar hayatlarına dair neler paylaşırsa onu paylaşmış onlar da. Neredeyse her şeyi yani (: Şu anda okumakta olduğunuz blog da kendini şimdiye kadar saklamış o grubun dışarıya ilk açılışı. Bir aradayken çok eğlenen, kendilerini birlikteyken rahat hisseden, aklından geçenleri paylaşmaktan çekinmeyen, eğlenmeyi seven, neşeli, dost canlısı, iyilik sever bir grup insan görüyorum onlara baktığımda, bakalım siz neler göreceksiniz (:
Back to Top